28 Ekim 2010 Perşembe

birazcık huzuru hak edecek kadar iyi bir kulum tanrım

düşünmekten çıldırır mı insan? çıldıracağım yeter... durmaz mı bi' beyin, hep düşünür mü, olur olmaz şeyler getirir mi aklına? anılar hepsi beynimde bıcır bıcır uçuşuyorlar, lanet olsun istemiyorum defolun hepiniz, hepiniz gidin...

bir an istiyorum sadece bir an dursun dünya, dursun beynim... biliyorum dünya döndükçe durmayacak beynim türlü oyunlarla delirtecek beni, dursun dursun ne olur dayanamıyorum... nefes almaya ihtiyacım var, uykularım uykularım gelsin hiç değilse, sabaha kadar o güzelim ölü uykusu... ahh nasıl özledim... sabaha kadar türlü rüyalarla hep ama hep meşgul beynim, hep üretiyor ürettikçe tüketiyor beni... sabahlara yorgun uyanmaktan bıktım usandım artık, ne kadar yaşlandım son bi' kaç yılda, ne kadar eskidim... şiirler, şarkılar yankılanıyor beynimde biri sustursun şunları... okuduğum kitaplar, izlediğim filmler uğul ğul beynimde... sessizlik istiyorum, ama nasıl nasıl... nasıl susar ki beyin

ne gerek bana bilmiyorum bi' kedi mırıltısı, bi' köpek sıcaklığı, bi' bebek kokusu, birazcık huzuru hak edecek kadar iyi bir kulum tanrım, birazcık...

19 Ekim 2010 Salı

Şakir'in banyo günü...

dün Şakir'in banyo günüydü...

eskilerden kalan bi alışkanlıkla zavallı kedilerime yaptığım gibi zorla leğenin içine soktum Şakir'i... "neden zorla"  bilmiyorum belki de seviyordur banyo yapmayı, sormak hiç aklıma gelmedi... 40 derece suda önce şampuanladım, sonra tüylü göbeğini köpürttüm... tam bir tellak havasındaydım, eminim o an görsem kendimi karşıdan, korkardım. gözüm dönmüş gibi köpürtüyordum... bi süre sonra şakir boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca geldim kendime... kucakladım ama suyu alınca ağırlaşmıştı, neyse güç bela duruladım... ama nasıl su oldu her yer anlatamam şakir desen kurumuyor birtürlü... "allahım ya kurumazsa" bi panik! dört dönüyorum evin içinde, neyse son çare makineye atıp kuruttum. makine döndükçe nasıl için için kendimi yedim anlatamam. varsın kirli kalsındı şakir'den kıymetli miydi hijyen... sonuçta bütün yaptıklarıma rağmen şakir üzmedi beni mis gibi çıktı makineden, canım yaa... bi tanedir şakir

hiç yalnız bırakmadı beni, istedi mi bırakmayı bilmiyorum, imkanı olsa onlarca kilometre uzağa giderdi belki... hani şu şeytan denilen kadınlar var ya, onlar da türlü türlü işte kimisi oyuncak ayısının onunla olmak isteyip istemediğini bile düşünür... hatta abartır yatak ilişkisinden öteye gitsin diye çantasına koyup gittiği yere götürür.. erkek için şişme kadın neyse kadın için oyuncak ayı da odur! eminim şişme kadını bi süre sonra helali olarak görenler vardır :))) (bu konudan sosyolojik bi boyut çıkarabilirim bi daha ki yazıya inşallah)

yani demem o ki insan yalnızlıktan suni şeylere bile bu kadar sarılıyorken, hayvanlara bile bunca özverili yaklaşıyorken, sahiplenme ve aidiyet hayatımızın, ilişkilerimizin gerçeği... bir takım çok bilmişler, ilişki danışmanları, hayat koçları bu tarz duygularımıza gem vurursak mutlu olacağımız iddiasındalar ya, yok öyle bir şey asıl bu duyguları kaybetmemiz mutsuzluklarımızın sebebi...

bir kere kokusunu içine çektiğin insanı bütün benliğin o kokuyla özdeşleştiriyorsa sen kim olup da engelleyeceksin duygularını, sana soran mı var yahu... bi şarkı melodisiyle deniz aşırı giden bir ruh var ademoğlunda...

16 Ekim 2010 Cumartesi

zaten "Dünya da Güneş'e aşıkmış" diyolar... günahları boyunlarına

gözü kara bi aşıktım hep, aşk için vazgeçtiklerimle övünürdüm... düşler düşüme aşık olurdum, hayatta daha büyük bi haz var mıydı ki... bunca insanın bir gezegennde toplanmasının tek nedeni aşktı bence, başka ne olabilirdi ki... güzel-çirkin bedenler giydirilmiş aşık olunası ruhlar...

öyle ki "aşk kadınısın sen" derlerdi, "aşk olmazsa yaşayamazsın... hayat kaynağını aşktan alıyorsun aşkla besleniyor, aşka yumuyorsun gözlerini, her yeni güne aşkla açıyorsun çiçek çiçek"

aşk hala aynı yerde de ben neredeyim artık ondan emin değilim... aşık olduğum insanların beni hayal kırıklığına uğratması hiç önemli değildi, aşkın kimyasında vardı bu... aşkla arama mesafe koyan başka bir şeydi ama ne?

korkarım artık aşk için vazgeçebileceğim bir şey yok, bu yüzden hakkını veremeyecekmişim gibi geliyor... bildiğim gibi kalsın diye zihnimde ve benliğimde aşk, biriktiriyorum bir defada üzerine basıp çiğnemek için... ellerimle yaptıklarımı ruhumla yıkmak için...

ruhumu aşka sattığımda küçüktüm daha, aşk büyüttü beni... zaten bir kere aşka sattınız mı ruhunuzu geri gelmez, gelse de o ruhtan size hayır gelmez, bende "varsın aşkta kalsın aşkla yansın", dedim. öyle de oldu, defalarca yandı aşkın ateşinde bağıra bağıra, hep yeni bir körük bekledi yangınlarına...

her yeni dalgada daha güçlü kulaçlar atıyorum, beni sahile ulaştaracak her aşk dalgasını kocaman gülen gözlerle karşılıyorum... arada bir açıp kollarımı suyun yüzüne uzanıyorum, alargada bekleyen teknelere dikiyorum gözlerimi, göze alıyorum... küçük bir balığın arsızğıyla ufak dokunuşlarla kışkırtıyorum balıkçı teknelerini, sonra yüzgeçlerimi yırtarcasına kaçıyorum... aşk beni yakalarsa pullarımı döker biliyorum, razı oluyorum... "aşk için ölmeli" diyorum, aşk için ölüyorum... aşk için doğmalı biliyorum, doğuyorum... bu sayede her aşka yeniden tertemiz, en baştan başlıyorum... aşkla kanayan yanlarımı seviyorum, gözyaşlarımın yanağımı okşamasını, içimin cız etmesini, kokulara şarkılara anlam yükleyip her defasında en derininden bi kesik atmayı içime... anımsayıp gülümsemelerimi de seviyorum, kaş çatıp sövmelerimi de...

biri geliyor karşıdan, "ne güzel sevilirsin şimdi sen" diyorum, "nasıl güzel aşık olunur sana"... aşık olma fikrine bile aşık olabiliyorum... giden herkesi aşkla anıyorum, ruhumdan birer parça verdim hepsine ayrılık hediyesi... sevişimden minik minik kırıntılar bıraktım kalplerine, allayıp pullayıp başkalarına dağıtsınlar diye...

aşka hakkını verenler, aşkla soluyanlar... aşksızlıkla cezalandırılırlar biliyorum... 

siz bu satırları okuduğunuzda ben ruhsal dinginliğe ulaşmış olmayı umuyorum

bu dönemki gardrop nöbet değişiminde yaşananları yazsam kitap olur yeminle... bu törene annemin de tanıklık etmesi fena oldu ama... ona göre "ekolojik dengeyi ben bozuyorum"... ben bu kadar alışveriş yapmasam dünya daha yaşanılır bir yer olabilir diye düşünüyor... belki de haklıdır!


ilginç mevulardan biri şu ki,dolapta henüz kullanılmamış, etiketleri üzerinde, gıcır gıcır 1 çift çizme, 2 bluz,1 etek çıktı,şimdilik... tamam bluzu,eteği anlarım da, çizmeyi nasıl unutursun be kuzum... hayır unuttuğun için gidip çok benzerini de almışsın...

bir diğer mevzu da onlarca trench coat'ı artık asacak yer bulamama rağmen, "aaa! benim lacivert trench'im yokmuş" diye yaygarayı basmam... (ayrıca bu laf annem fenalık geçirmeden önceki son lafımdı)

 ay allahım kapitalist düzenin uşağı mı oluyorum neee...

bunları yazıyorum çünkü çok kızıyorum kendime (çevremdeki herkes gibi), siz de kızın istiyorum, ayıplayın beni falan yani...

nasıl oldu anlamadım, aslında bu kadar alışveriş meraklısı bi' insan değildim... yavaş yavaş işledi sanki bu kanıma, bi süre sonra gözümün önünden kombinler geçmeye başladı, ufacık bi aksesuar için bile kıyafet tasarımı yapar buldum kendimi, "hmm.. şöyle bi jean, üstüne şöyle bi bluz, şu topuklu geniş boğazlı kısa botlardan, bi de mini ceket offf" sürekli bu hallerdeyim...

nedir abi, nerede yaşıyorsun... standart bi insansın standart bi hayatın var yani, aynı kıyafeti iki kez giydin diye kimse kınamaz seni, yada kimse aduket vermez moda tasarımcısı gibi geziyorsun diye... hoş bu kimse bir şey yapsın diye değil, içten gelen bir şey, ama gerçekten hiç iyi bir şey değil...

geçenlerde insanlığı düşünüyorum, dünyayı, görevleri filan... "aceba bir insan olarak dünyaya ne kadar zarar veriyorum" dedim kendime... arada bir içtiğim sigarayı ve yaptığım alışverişleri saymazsam çok da zararlı bi insan değilim dünya için...

ama bu alışveriş mevzuna ciddi anlamda takılmış durumdayım... kendimi avutan cümleler kurmayacağım artık, şıklık ve müsriflik farklı şeyler... (ha bugün alacağım gömleği sırf sipariş ettiğim için alacağım o başka, onu karıştırmayalım)

her insanın psikolojik geçiş dönemlerinde kendilerini bu tarz şeylere vermeleri olağan belki ama, ben abartmışım gördüğüm kadarıyla...

birde olayın bambaşka bir boyutu var, sadece kıyafet değil; bu ev eşyaları da keza öyle... insanın zincirleri bunlar, kelepçeleri... hareket kabiliyetini sınırlayan duvarlar, kolonlar gibi... kaldı ki eşyalar yaşadığı yere bağımlı yapar insanı, ve muhakkak konfor; tembelleştirir içimizdeki hiperaktif yönü...

 ruhunu özgürlüğe adamış biriyseniz ani bir kararlar gece vakti yollara düşmek isteyebilirsiniz, böyle durumlarda bi sırt çantasıyla çıkabilmelisiniz kapıyı gekip... hangi şehrin sabahına uyanacağınız, hangi doğal seleksiyonun kokusunu içinize çekeceğiniz önemli değilse eğer geride bıraktığınız dünyevi eşyalarında önemi olmamalı... yada en fazla bi küçük kasa araca sığabilmeli... tabi ki, insanın kişiliğini yansıtan ufak detaylarınız olmalı, kendinizi ait hissedebileceğiniz bi tarzınız olmalı ama bu kadar değil...

2 Ekim 2010 Cumartesi

seine

kutsalım... ilahım... pariste olmalıydım şimdi seine nehri kıyısında aşkınla vaftiz etmeliydim kendimi, aşkla etrafında döne döne hacı olmalıydım, alıp karşıma hayalini tapınmalıydım ömürlerce...

yana yana sevmeliydim, döne döne pervane aşkına... gelene geçene seni anlatmalıydım dilimin döndüğünce, tanrı sanmalıydılar seni... yada çılgın sanırlardı beni... aşkından delirmiş bi çare, acır gözlerle bakarlardı, dalga geçerdim onlarla, "hepiniz delirmişsiniz, nasıl bir dünyada yaşıyorsunuz haberiniz yok... madem benimki gibi tapılası bir sevgiliniz yok ne demeye yaşıyorsunuz, atın kendinizi şuracıkta nehre... hiç değilse kurban edin kendinizi aşkımıza, sevgi yoksunu zavallılar... ha varsa aranızda bizim gibi körkütük aşıklar şöyle alalım... şarap getirin, maestro çalll, sabahlara kadar dans edeceğiz, bu dünyadan göçüp giden tüm sevdalıların şerefine aşkla yıkayacağız paris sokaklarını... gökyüzünde milyonlarca aşık seyrediyor görüyor musunuz, ah zavallılar ne körsünüz..."

1 Ekim 2010 Cuma

TDK ajanı

 geçenlerde bi ortam oldu arkadaşlarla sohbet muhabbet eğleniyoruz, tabi muhabbetin merkezi ben... gülüşmeler filan, ay gibi ışıldıyorum... her durumda olduğu gibi burada da bu duruma ifrit olan bi vadandaş varmış meğerse, kendini şu sözlerimin ardından ifşa etti;

ben: ay sormayın dilime pelesenk oldu, hahhahh!

ifritik şahıs: pelesek!

(banaaaaa hemde banaaaaa )

ben: evet ne oldu, dilime dolandı anlamında...

ifritik şahıs: neden türkçesini söylemiyorsun?

ben: tatlım bu TDK'nın sözlüğe aldığı bi kelime...

ifritik şahıs: olsun türkçe karşılığı var sonuçta, neden farsçasını söylüyorsun?

ben: hmm anladım, haklısın... sen de otobüse "oturgaçlı götürgeç" diyorsundur zaten, aspiratöre "emmeç" filan...