30 Aralık 2010 Perşembe

gelsene, bak avucumda bir dünya var

bazen bi şey oluyor, nasıl desem... ani bir fırtına gibi, yada elektirik kesindisi, belki şimşek gibi... "sen" geliyorsun birden aklıma, kulağımda çınlıyor, burnumda tütüyorsun, her yer - her şey "sen" oluyor... nereye dönsem nereye baksam "sen"... çıldırıyorum neden yoksun...

pencerenin ardından gülümsüyorsun, peşinden geliyorum yollar boyu... her sokak lambası seni aydınlatıyor... rüzgarını takip ediyorum, şehir "sen" olmuş, "sen" yoksun!


"nasıl olur" diyorum "nasıl olur..."


beynimde bir şey kemiriyor... sesin yok, yüzün yok, sıcaklığın yok... ama "sen" diye bir şey var... özlediğim bi şey var... yaramı sarmış ellerin, gülümsemiş dudakların, sevgiyle bakmış gözlerin var... hayal olamazsın bu kadar güzeline hayal gücü yetmez...


bi kapı var biliyorum sana açılan... bulamıyorum... kanatıyorum ellerimi, dizlerimi... tırmaklarımlarımla aralıyorum geceyi... bulamıyorum!

25 Aralık 2010 Cumartesi

korkmayın ben burdayım

neyi mi bekliyorum? tabi ki uyumanızı...

her gece üzeriniz açık mı diye kim kontrol ediyor sanıyorsunuz...

o irkilme var ya, benim işte... yüzünüz buruşuktu kötü rüyadan uzaklaşın diye...


peki ya ürperti, oda benim... kalk yerine yat üşüme burada diye...


bazılarınız inatçı, gözleri kan çanağı olmuş umrunda değil... saçını kaşıyor, ben öptüm... çok oturma vakitlice yat diye...

23 Aralık 2010 Perşembe

"zaman gelince"

yeni aldığım kalemler gözümün içine bakarken ben klavyeyle yazıyorsam, dostlarım sitem ederken sanal insanlara vakit ayırıyorsam, hiçbir şey olması gerektiği gibi değil diye şikayet etmeye hakkım var mı?

evet yok.

ben ne yaparsam yapayım, nasıl çırpınırsam çırpınayım yine zaman gelince oldu olması gereken, zaman gelince yandı ışığım, zaman gelince aydınlandı yolum...

evet bi süredir iyi değildim, her zamankinden daha zayıf ve kaybetmiş hissediyordum... şimdi dizlerimin üzerinde doğrulup üzerimi çırpacağım ve biraz nefeslenecek doğru bildiğim adrese gideceğim... biraz uyuyup, banyo yapıp, karnımı doyuracağım ve tekrar yola çıkacağım...

bi anlık vazgeçmişlikle yaptığım hatalarımı da yanıma alıp, yola koyulacağım.

16 Aralık 2010 Perşembe

koca bir şehrin ışıklarını bir nefeste söndürmek

o gece gözlerinin rengini anlamak için sarf ettiğim çabayı muhtemelen fark etmedin bile ve göz rengim hakkında en ufak bir fikrin olmadığından emindim, vücudumun bütün kıvrımlarını biliyordun halbuki... o kadar yabancıydık ki her şeyimizle birbirimize tanımak için uğraşmadık bile birbirimizi, çok geçti zaten tanışmak için...

uzakta bir pastayı andırıyordu şehir, üzerinde milyonlarca mum yanan bir pasta... bir nefeste söndürüp hepsini karanlığa gömmüştük her şeyi... öyle ki bir birimizi bile görmedik...

dışarıda fırtına olması umrumuzda değildi, biz kendi sessiz fırtınamızda batmak üzere olan teknelere benziyorduk, battık da dibi boyladık... hayata ve inançlara dair ne varsa bizimle birlikte dibe çektik.

dönüp baktığımızda elimizde pek de övünülecek bir şey yoktu, bir ilişki böyle kusursuz mahvedilemezdi, şimdi hep olduğumuzdan daha yalnızdık ve dahası bu sefer hak etmiştik, günahkardık belki arkadaşlığı, belki dostluğu, belki aşkı, belki yabancılığı öldürmüştük, hatta birden fazlasını bile öldürmüş olabilirdik, müşterek cinayetimiz ikimizi de aynı günahın tarafı yapıyordu ve bu bizi birleştiren tek şeydi... birimiz diğerinden daha suçlu değildi.

o gece gün hiç doğmayacak sandım, hani o çok sevdiklerim; rüzgarın, dalların, yağmurun ve dalgaların sesi yüzüme yüzüme vuruyordu seni... bütünleşmiş bedenlerimizin arasında kalınlığı metreleri bulan duvarlar vardı, ne yapsak ulaşamıyorduk birbirimize...

çok soğuktu o gece, bildiğim, yaşadığım en soğuk gece... hayatımda hiç o gece ki kadar üşümemiştim... kar altında o geceden beri duygularım, ölüp gitmekte, hissizleşmekteyim... toprağın sıcaklığını duyamıyorum, toprak kabul etmiyor beni, bedenimi...

o sabah güneş doğmadı, gri bir gün karşıladı geceyi, hala soğuktu ve ıslak... tüm heceler çıt çıkarmamak üzere sözleşmişlerdi... bitti, geçmedi, gidemedi ama bitti... dönüp bakmaya cesaretim yoktu ardımda bıraktıklarıma, sen göm istedim...

son kez dönüp baktığımda ardıma bedenini görüyordum sen yoktun, sen bana bakarken ne görüyordun bilmiyorum, hiç bilemeyeceğim...

yürüdüm uzun bir yürüyüş oldu, yağmur dövdü beni yol boyunca, yağmurun açtığı yaralarım ağırlaşsın diye saçlarımı savuruyordu rüzgar her bir telim kırbaç gibi patlıyordu yüzümde... geride kalan neydi, benden sana ne kaldı bilmiyorum... ama bi şey eksik şimdi bende, göğsümün orta yerinde bir delik var günün her saati acıyla irkilmemi sağlıyor.

14 Aralık 2010 Salı

bi' kağıt kalem alabilir miyim?

ay sonu hesabını denkleştirmeye çalışan bi emekli gibiydim, parça parça kağıtlara bir yazıp bir duruyordum... bazen de sınavda bildiği soruya denk gelmiş bir öğrenci gibi hızla yazıyordum harflerim birbirine giriyordu, sayfaların en ufak köşelerini bile dolduruyordum, kağıt bitecek cevabın tamamını yazamayacağım sanıyor, endişeleniyordum... kısıtlılık hissi bu olsa gerek. harflerim gittikçe küçülüyor, anlaşılması zor bir hal alıyordu.

etraftan bakanlar ne yapıyorum sanıyordu aceba, terk edilmiş bir kızın sevgilisine sitem dolu bir mektup yazdığını falan mı? pek de farklı değildi aslına bakarsanız... kendime yazdığım mektupların bilmem kaç bininci parafı...

sevecen yüzlü işletme sahibi yaklaşıyor tekrar, "bi çay daha?", giderken ufo'yu bana doğru çeviriyor "rahat ol yaz" der gibi...

bi çay daha bırakıp gülümsüyor, kağıdımın bitmeye yaklaştığını farkında, panikliyor. yüzümde daha çok yazacak bi ifade yakalamış olacak ki, daha büyük bir kağıt parçasıyla dönüyor...

üzerime sinen balık kokusu umrumda bile değil, ormanlar kağıt olsa yazarım gibi geliyor.

"başka bir isteğin" deyince, "battaniye ve kuru çoraplar" diyor arsız gözlerim, susturuyorum hemen...

french'lerime bulaşan mavi mürekkep lekesi hıçkırıklarımın sebebi oluyor "bu lanet olası yerde neden kimse kurşun kalem kullanmıyor!"

"hem zaten kurşun kalemin yazı üzerindeki etkisini de kimse bilmiyor."

9 Aralık 2010 Perşembe

aynı!

bugün eski sevgilimi gördüm uzuuuuun zaman sonra,koşarak geldi ardımdan "kahretsin" dedim içimden (nedense!)... yıllarca aynı şehirde yaşamıştık ama hiç karşılaşmamıştık ikimizi de ilgilendirmeyen bi şehirde karşılaşmak ilginçti, talihin hınzır şakası gibi...

"oturalım mı bi yerde" dedi oturduk, ağzımızdan çıkan her kelimeye manasızca gülüyorduk, berbattı...

"naber" dedim, "aynı" dedi... AYNI! "aynı mı, evlenmişsin çocuğun olmuş" dedim, "aaa evet" dedi... "olduuuu, görüşürüz" dedim, "seni görmek güzeldi, çok çok güzeldi"dedi, ben emin değildim...


şaka gibiydi gerçekten,kötü bir şaka gibiydi...

8 Aralık 2010 Çarşamba

"suni tenefüs" evet tam olarak ihtiyacım olan

tanımadığım biri lazım, adımı bilmiyor olsun, bi isim koysun bana öyle seslensin, sahile kıyısı olan bi kentte yaşasın, soru sormasın, konuşturmasın beni, kendisi de konuşmasın çok, şarkı söylesin yada şiir okusun sesinin güzel olmasına gerek yok...

gün batmak üzereyken gelsin eve, verandada bulsun beni, saçımı öpsün, yaptığım yemekleri yesin, göğsüne yatırsın film izleyelim, göz yaşlarıma aldırmasın olağan karşılasın, uyursam üzerimi örtsün yada yatağa taşısın...

sabahları ayaklarımızı ıslatsın deniz suyu, tuz ve yosun kokusu olsun havada, biz yürüyelimmm, çılgınlar gibi susalım sahil boyu, gözlerini kısıp gülümsesin...

bir yudum nefes versin bana, hayata döneyim... sonra giderim söz, kokumu da alıp hiç olmamış gibi... söz!

çok saçma her şey

ne kadar saçma her şey, "neredeyiz, ne yapıyoruz, aslında ne yapıyor olmalıyız" kendimi bildim bileli sorarım bu soruları kendime, ne yanıtı var ne sonu, dedim ya "saçmalıklar sinsilesi"...

bu farazi yolun neresindeysek artık "buzlu" yürünmüyor, dönülmüyor... içine girip müdahale etsen olmuyor, dışarıda kalıp seyretsen olmuyor... başta yaptık hatayı, fazla sormadan, sorgulamadan önümüze koyulan hayatı yaşamalıydık, buydu mutluluğun formülü, tek başına idealist olmak yetmiyormuş, sıradan hayatlarla sınırlı sıradan mutluluklar bile lüks artık...

varoluş, gelişim,yarına kalma,uzlaşma, empati gibi konularla erken alakadar olmanın dezavantajları bunlar, hayattan ve insanlardan beklentilerin çok yüksek oluyor ve sonunda avucunda "ben demiştim"lerle kalıyorsun öyle... düzeltmeye çalıştığın her şey aslında nasıl kördüğüm görüyorsun bir süre sonra...ne ironik, herkes mutlu olsun isterken bi mutsuz sen oluyorsun ve senin gibiler...

saflık mutluluktur! bilmemek mutluluktur! böyle, saçma ama böyle, dedim ya çok saçma her şey... çok saçma her şey!

28 Kasım 2010 Pazar

yarım kalan yazı

doğup büyüdüğüm şehirdi aşk, o kadar tanıdık, o kadar benimdi, memleket gibi...

uzun zaman uğramayınca memleketi bile yabancı gelirmiş insana, bi kavşakta yapayalnız annesini kaybetmiş bir çocuk gibi, bakarmış etrafına ...

ve sürekli tekrar edilmezse unutulan bir şeymiş aşk, nasıl seveceğini bilmez bocalarmışsın, ne yana akacağını bilmeyen nehirler gibi etrafı yıka döke...

nasıl girilirdi bi yüreğe acıtmadan, ses yapmadan... ve ben böylesine kulak kesilmişken kim girebilir içeri hissettirmeden...

aşkfobik olmaktan korkuyorum, erken menapoz gibi bu, bu gerçekten o kadar vahim :(

(offf o kadar ağır bi benzetme yaptım ki ağırlığının altından kalkıp yazmaya devam edemeyeceğim, anlam derinliğinde kayboluyorum)

28 Ekim 2010 Perşembe

birazcık huzuru hak edecek kadar iyi bir kulum tanrım

düşünmekten çıldırır mı insan? çıldıracağım yeter... durmaz mı bi' beyin, hep düşünür mü, olur olmaz şeyler getirir mi aklına? anılar hepsi beynimde bıcır bıcır uçuşuyorlar, lanet olsun istemiyorum defolun hepiniz, hepiniz gidin...

bir an istiyorum sadece bir an dursun dünya, dursun beynim... biliyorum dünya döndükçe durmayacak beynim türlü oyunlarla delirtecek beni, dursun dursun ne olur dayanamıyorum... nefes almaya ihtiyacım var, uykularım uykularım gelsin hiç değilse, sabaha kadar o güzelim ölü uykusu... ahh nasıl özledim... sabaha kadar türlü rüyalarla hep ama hep meşgul beynim, hep üretiyor ürettikçe tüketiyor beni... sabahlara yorgun uyanmaktan bıktım usandım artık, ne kadar yaşlandım son bi' kaç yılda, ne kadar eskidim... şiirler, şarkılar yankılanıyor beynimde biri sustursun şunları... okuduğum kitaplar, izlediğim filmler uğul ğul beynimde... sessizlik istiyorum, ama nasıl nasıl... nasıl susar ki beyin

ne gerek bana bilmiyorum bi' kedi mırıltısı, bi' köpek sıcaklığı, bi' bebek kokusu, birazcık huzuru hak edecek kadar iyi bir kulum tanrım, birazcık...

19 Ekim 2010 Salı

Şakir'in banyo günü...

dün Şakir'in banyo günüydü...

eskilerden kalan bi alışkanlıkla zavallı kedilerime yaptığım gibi zorla leğenin içine soktum Şakir'i... "neden zorla"  bilmiyorum belki de seviyordur banyo yapmayı, sormak hiç aklıma gelmedi... 40 derece suda önce şampuanladım, sonra tüylü göbeğini köpürttüm... tam bir tellak havasındaydım, eminim o an görsem kendimi karşıdan, korkardım. gözüm dönmüş gibi köpürtüyordum... bi süre sonra şakir boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca geldim kendime... kucakladım ama suyu alınca ağırlaşmıştı, neyse güç bela duruladım... ama nasıl su oldu her yer anlatamam şakir desen kurumuyor birtürlü... "allahım ya kurumazsa" bi panik! dört dönüyorum evin içinde, neyse son çare makineye atıp kuruttum. makine döndükçe nasıl için için kendimi yedim anlatamam. varsın kirli kalsındı şakir'den kıymetli miydi hijyen... sonuçta bütün yaptıklarıma rağmen şakir üzmedi beni mis gibi çıktı makineden, canım yaa... bi tanedir şakir

hiç yalnız bırakmadı beni, istedi mi bırakmayı bilmiyorum, imkanı olsa onlarca kilometre uzağa giderdi belki... hani şu şeytan denilen kadınlar var ya, onlar da türlü türlü işte kimisi oyuncak ayısının onunla olmak isteyip istemediğini bile düşünür... hatta abartır yatak ilişkisinden öteye gitsin diye çantasına koyup gittiği yere götürür.. erkek için şişme kadın neyse kadın için oyuncak ayı da odur! eminim şişme kadını bi süre sonra helali olarak görenler vardır :))) (bu konudan sosyolojik bi boyut çıkarabilirim bi daha ki yazıya inşallah)

yani demem o ki insan yalnızlıktan suni şeylere bile bu kadar sarılıyorken, hayvanlara bile bunca özverili yaklaşıyorken, sahiplenme ve aidiyet hayatımızın, ilişkilerimizin gerçeği... bir takım çok bilmişler, ilişki danışmanları, hayat koçları bu tarz duygularımıza gem vurursak mutlu olacağımız iddiasındalar ya, yok öyle bir şey asıl bu duyguları kaybetmemiz mutsuzluklarımızın sebebi...

bir kere kokusunu içine çektiğin insanı bütün benliğin o kokuyla özdeşleştiriyorsa sen kim olup da engelleyeceksin duygularını, sana soran mı var yahu... bi şarkı melodisiyle deniz aşırı giden bir ruh var ademoğlunda...

16 Ekim 2010 Cumartesi

zaten "Dünya da Güneş'e aşıkmış" diyolar... günahları boyunlarına

gözü kara bi aşıktım hep, aşk için vazgeçtiklerimle övünürdüm... düşler düşüme aşık olurdum, hayatta daha büyük bi haz var mıydı ki... bunca insanın bir gezegennde toplanmasının tek nedeni aşktı bence, başka ne olabilirdi ki... güzel-çirkin bedenler giydirilmiş aşık olunası ruhlar...

öyle ki "aşk kadınısın sen" derlerdi, "aşk olmazsa yaşayamazsın... hayat kaynağını aşktan alıyorsun aşkla besleniyor, aşka yumuyorsun gözlerini, her yeni güne aşkla açıyorsun çiçek çiçek"

aşk hala aynı yerde de ben neredeyim artık ondan emin değilim... aşık olduğum insanların beni hayal kırıklığına uğratması hiç önemli değildi, aşkın kimyasında vardı bu... aşkla arama mesafe koyan başka bir şeydi ama ne?

korkarım artık aşk için vazgeçebileceğim bir şey yok, bu yüzden hakkını veremeyecekmişim gibi geliyor... bildiğim gibi kalsın diye zihnimde ve benliğimde aşk, biriktiriyorum bir defada üzerine basıp çiğnemek için... ellerimle yaptıklarımı ruhumla yıkmak için...

ruhumu aşka sattığımda küçüktüm daha, aşk büyüttü beni... zaten bir kere aşka sattınız mı ruhunuzu geri gelmez, gelse de o ruhtan size hayır gelmez, bende "varsın aşkta kalsın aşkla yansın", dedim. öyle de oldu, defalarca yandı aşkın ateşinde bağıra bağıra, hep yeni bir körük bekledi yangınlarına...

her yeni dalgada daha güçlü kulaçlar atıyorum, beni sahile ulaştaracak her aşk dalgasını kocaman gülen gözlerle karşılıyorum... arada bir açıp kollarımı suyun yüzüne uzanıyorum, alargada bekleyen teknelere dikiyorum gözlerimi, göze alıyorum... küçük bir balığın arsızğıyla ufak dokunuşlarla kışkırtıyorum balıkçı teknelerini, sonra yüzgeçlerimi yırtarcasına kaçıyorum... aşk beni yakalarsa pullarımı döker biliyorum, razı oluyorum... "aşk için ölmeli" diyorum, aşk için ölüyorum... aşk için doğmalı biliyorum, doğuyorum... bu sayede her aşka yeniden tertemiz, en baştan başlıyorum... aşkla kanayan yanlarımı seviyorum, gözyaşlarımın yanağımı okşamasını, içimin cız etmesini, kokulara şarkılara anlam yükleyip her defasında en derininden bi kesik atmayı içime... anımsayıp gülümsemelerimi de seviyorum, kaş çatıp sövmelerimi de...

biri geliyor karşıdan, "ne güzel sevilirsin şimdi sen" diyorum, "nasıl güzel aşık olunur sana"... aşık olma fikrine bile aşık olabiliyorum... giden herkesi aşkla anıyorum, ruhumdan birer parça verdim hepsine ayrılık hediyesi... sevişimden minik minik kırıntılar bıraktım kalplerine, allayıp pullayıp başkalarına dağıtsınlar diye...

aşka hakkını verenler, aşkla soluyanlar... aşksızlıkla cezalandırılırlar biliyorum... 

siz bu satırları okuduğunuzda ben ruhsal dinginliğe ulaşmış olmayı umuyorum

bu dönemki gardrop nöbet değişiminde yaşananları yazsam kitap olur yeminle... bu törene annemin de tanıklık etmesi fena oldu ama... ona göre "ekolojik dengeyi ben bozuyorum"... ben bu kadar alışveriş yapmasam dünya daha yaşanılır bir yer olabilir diye düşünüyor... belki de haklıdır!


ilginç mevulardan biri şu ki,dolapta henüz kullanılmamış, etiketleri üzerinde, gıcır gıcır 1 çift çizme, 2 bluz,1 etek çıktı,şimdilik... tamam bluzu,eteği anlarım da, çizmeyi nasıl unutursun be kuzum... hayır unuttuğun için gidip çok benzerini de almışsın...

bir diğer mevzu da onlarca trench coat'ı artık asacak yer bulamama rağmen, "aaa! benim lacivert trench'im yokmuş" diye yaygarayı basmam... (ayrıca bu laf annem fenalık geçirmeden önceki son lafımdı)

 ay allahım kapitalist düzenin uşağı mı oluyorum neee...

bunları yazıyorum çünkü çok kızıyorum kendime (çevremdeki herkes gibi), siz de kızın istiyorum, ayıplayın beni falan yani...

nasıl oldu anlamadım, aslında bu kadar alışveriş meraklısı bi' insan değildim... yavaş yavaş işledi sanki bu kanıma, bi süre sonra gözümün önünden kombinler geçmeye başladı, ufacık bi aksesuar için bile kıyafet tasarımı yapar buldum kendimi, "hmm.. şöyle bi jean, üstüne şöyle bi bluz, şu topuklu geniş boğazlı kısa botlardan, bi de mini ceket offf" sürekli bu hallerdeyim...

nedir abi, nerede yaşıyorsun... standart bi insansın standart bi hayatın var yani, aynı kıyafeti iki kez giydin diye kimse kınamaz seni, yada kimse aduket vermez moda tasarımcısı gibi geziyorsun diye... hoş bu kimse bir şey yapsın diye değil, içten gelen bir şey, ama gerçekten hiç iyi bir şey değil...

geçenlerde insanlığı düşünüyorum, dünyayı, görevleri filan... "aceba bir insan olarak dünyaya ne kadar zarar veriyorum" dedim kendime... arada bir içtiğim sigarayı ve yaptığım alışverişleri saymazsam çok da zararlı bi insan değilim dünya için...

ama bu alışveriş mevzuna ciddi anlamda takılmış durumdayım... kendimi avutan cümleler kurmayacağım artık, şıklık ve müsriflik farklı şeyler... (ha bugün alacağım gömleği sırf sipariş ettiğim için alacağım o başka, onu karıştırmayalım)

her insanın psikolojik geçiş dönemlerinde kendilerini bu tarz şeylere vermeleri olağan belki ama, ben abartmışım gördüğüm kadarıyla...

birde olayın bambaşka bir boyutu var, sadece kıyafet değil; bu ev eşyaları da keza öyle... insanın zincirleri bunlar, kelepçeleri... hareket kabiliyetini sınırlayan duvarlar, kolonlar gibi... kaldı ki eşyalar yaşadığı yere bağımlı yapar insanı, ve muhakkak konfor; tembelleştirir içimizdeki hiperaktif yönü...

 ruhunu özgürlüğe adamış biriyseniz ani bir kararlar gece vakti yollara düşmek isteyebilirsiniz, böyle durumlarda bi sırt çantasıyla çıkabilmelisiniz kapıyı gekip... hangi şehrin sabahına uyanacağınız, hangi doğal seleksiyonun kokusunu içinize çekeceğiniz önemli değilse eğer geride bıraktığınız dünyevi eşyalarında önemi olmamalı... yada en fazla bi küçük kasa araca sığabilmeli... tabi ki, insanın kişiliğini yansıtan ufak detaylarınız olmalı, kendinizi ait hissedebileceğiniz bi tarzınız olmalı ama bu kadar değil...

2 Ekim 2010 Cumartesi

seine

kutsalım... ilahım... pariste olmalıydım şimdi seine nehri kıyısında aşkınla vaftiz etmeliydim kendimi, aşkla etrafında döne döne hacı olmalıydım, alıp karşıma hayalini tapınmalıydım ömürlerce...

yana yana sevmeliydim, döne döne pervane aşkına... gelene geçene seni anlatmalıydım dilimin döndüğünce, tanrı sanmalıydılar seni... yada çılgın sanırlardı beni... aşkından delirmiş bi çare, acır gözlerle bakarlardı, dalga geçerdim onlarla, "hepiniz delirmişsiniz, nasıl bir dünyada yaşıyorsunuz haberiniz yok... madem benimki gibi tapılası bir sevgiliniz yok ne demeye yaşıyorsunuz, atın kendinizi şuracıkta nehre... hiç değilse kurban edin kendinizi aşkımıza, sevgi yoksunu zavallılar... ha varsa aranızda bizim gibi körkütük aşıklar şöyle alalım... şarap getirin, maestro çalll, sabahlara kadar dans edeceğiz, bu dünyadan göçüp giden tüm sevdalıların şerefine aşkla yıkayacağız paris sokaklarını... gökyüzünde milyonlarca aşık seyrediyor görüyor musunuz, ah zavallılar ne körsünüz..."

1 Ekim 2010 Cuma

TDK ajanı

 geçenlerde bi ortam oldu arkadaşlarla sohbet muhabbet eğleniyoruz, tabi muhabbetin merkezi ben... gülüşmeler filan, ay gibi ışıldıyorum... her durumda olduğu gibi burada da bu duruma ifrit olan bi vadandaş varmış meğerse, kendini şu sözlerimin ardından ifşa etti;

ben: ay sormayın dilime pelesenk oldu, hahhahh!

ifritik şahıs: pelesek!

(banaaaaa hemde banaaaaa )

ben: evet ne oldu, dilime dolandı anlamında...

ifritik şahıs: neden türkçesini söylemiyorsun?

ben: tatlım bu TDK'nın sözlüğe aldığı bi kelime...

ifritik şahıs: olsun türkçe karşılığı var sonuçta, neden farsçasını söylüyorsun?

ben: hmm anladım, haklısın... sen de otobüse "oturgaçlı götürgeç" diyorsundur zaten, aspiratöre "emmeç" filan...

3 Ağustos 2010 Salı

koyu kahverengi,iki anteli, altı bacaklı

gece gece ne işin var kuzum senin burada... iş mi şimdi yaptığın... dışarısı efil efil bak bu sıcakta eve girmek niye...

sen şimdi koyu kahverengi kabuklu, iki antenli, altı bacaklı pıtır pıtır koşan bir canlı...

sahi nereye böyle acele acele sanki yetiişmen gereken bi yer var... allam yaaa... şuncacık hayvansın benden hızlısın a.q... ne nedir yani yenge doğum mu yapıyor, manita boynuz mu takıyor... bi hızlı hareketler, bi koşuşturma, bi işim var meşgulüm, bi oyalama beni halleri... ezip çıtırdatırdım seni de... ıykkk
... içim bi hoş oldu... off nereden girdiysek bu muhabbete..

şimdi ben peşine düşsem, bu sıcakta inan takatim yok... aman siktir et takılsın kafasına göre desem... o hiç olmaz... şimdi saçım yüzüme değse sen sanırım, kıllanırım, huylanırım,yatamam,yatsam uyuyamam...

şimdi ben bu yazıyı bitirene kadar sen müsade isteyip uzaklaşıyorsun, beni kendine çatmıyorsun... geldiğin hızla pıtır pıtır...

.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

burası neresi?

burası neresi hiiiç bilmiyorum...

bizim hoanesgiller yazıyormuş buraya... girdim bi iki okudum güzel döşemişler allah için... her boka el atmazsam olmaz mantığının güçlü bir savunucusu olarak duramadım bi hesap açtım...

şimdi bunları niye yazıyorum kim okuyacak hiiiç bilmiyorum...

akılsız kafama bi dert daha sarmış olma ihtimalim yüsek diye düşünüyorum... neyse giridik bi kere haydi bakalım rasgele...

140 karakter sıkıntısı da yoookkk oooohhhh yayla mübarek... iimiş lan bura...